Tanrı Bugün Story Attı Mı?

DENEMESOSYOLOJI

Tuba Gevrek Çiftçi

8/1/20255 min read

Artık sabahları kimse gökyüzüne bakmıyor.

Uyanır uyanmaz elimiz ilkin, yastığın altına iliştirdiğimiz sabaha kadar şarj olmuş telefona gider. Bildirimler, mesajlar, hava durumu, belki bir sihirli motto alarmı “Güne iyi başla, üzgün olma, kendini sev, ışığını parlat!”

Antik yerleri gezerken -mesleki deformasyon olsa gerek- zihnime takılı olan bir soru ile dolanırım “Nasıl ve neden inanıyorlardı?”. Bu soru, beni her kalıntıda bir anlam arama telaşına iter. Tapınaklar, sunaklar, dua tabletleri daha fazla etkiler beni. Şunu hayal ederim; ilkel bir insan, sabah uyandığında gökyüzüne bakardı. Güneş doğmuşsa hayat devam ediyordur, ateş sönmemişse tanrı korumuştur. Geceden kalma bir rüyada ruhlardan işaret alındıysa o gün doğa ona konuşacaktır. Her şeyin bir anlamı, her sesin bir büyüsü vardır. Dünya canlıdır ve Tanrı uzakta değil, tam da buradadır.

Sonra bizler modern olduk.

Hava durumunu uygulamadan, rüyaları Freud’dan öğrendik. Bu arada yağmurun sebebi de atmosferik hava basıncı. Her şey açıklanabilir bir hâl almaya başlayınca, doğa gizemli değil bilinmesi gereken bir laboratuvar oldu. Weber’in deyişi ile “Dünya, büyüsünü kaybetti.”

Akıl ve bilimin öncülük etmeye başladığı bu çağa, sadece mitik olanın yitimi olarak bakarsak tek taraflı bakmış oluruz. Elbette büyü bozuldu ama bu bir kayıp değil, aynı zamanda kazançtı da. Gök gürlediğinde Tanrılar kızmıyordu mesela, fiziksel yasalar işliyordu. Ya da ateş Tanrılardan çalınmıyordu artık, kibrit yakılıyordu. İnsan, bu çağla doğayı anladı ve onu kontrol etmeye başladı. Bu da teknik bir rahatlık, düşünümsel bir güvenlik verdi.

Tam da burada başka bir şey oldu. İnsanı mitlerden kurtaran akıl, zamanla kendi mitini yarattı. Aklın kendisi kutsallaştı. Eski zamanlarda Tanrı’nın sorgulanamaz olan sözü, bilimin sorgulanamazlığına dönüştü. Tanrı’nın yerini alan bu yeni akıl, her şeyin ölçüsü oldu.

Peki, Tanrı nereye gitti? Camiye, kiliseye mi?

Durkheim’a göre Tanrı dediğimiz şey, toplumun kendisidir. Bir topluluk bir araya geldiğinde kendi birliğini kutsal kılar ve bir anlam yaratırdı. Bu ister bir totem olsun, ister bir bayrak isterse de aşkın bir Tanrı. Eskiden toplumun içinde yaşamak, o toplumun dinine inanmakla birlikte düşünülürdü. Şimdi ise inanmak, bir tercih haline geldi.

Taylor şöyle der: “Artık Tanrı’ya inanmak, seçeneklerden yalnızca biridir.” Kendi inancını seçmek bir bakıma güzel bir şey. Yani hangi dine mensup olacağın hatta bir dine inanıp inanmayacağın bir aile mirası ya da doğuştan yüklenmiş bir kimlik olmaktan çıkar. İnsan, kendi deneyimi, arayışı, sorgulamasıyla bir inancı seçebilir. Bu, modernliğin sunduğu bir özgürlük olarak karşımıza çıkar ama bu özgürlük aynı zamanda bir kırılmayı da içinde taşır: inanç, pazardaki seçeneklerden sadece birisi haline gelir. Tıpkı hangi televizyonu kullanacağına, hangi diziyi izleyeceğine karar verir gibi… Bu da inancı içsel bir hakikatten çok dışsal bir tercihe indirger. Ve tercihler de gün gelir değişir. Şöyle sorulabilir:

“Ne var ki bunda? Herkes Tanrı’yı farklı şekilde anlıyor olabilir. İnançta farklılık neden eleştirilsin?”. Haklı bir soru. Farklılık tek başına kötü değil. Modern çağ da bu çeşitliliği sunmuştur. Ve haliyle inanç da bu çeşitliliğin bir parçasıdır. Sorun, farklılığın kendisinde değil üretilme biçiminde yatar. Burada inanç, içsel bir deneyim olmaktan ziyade performansa dönüşür. Performans demek, bir şeye içtenlikle inanmak değil, onu sunmak demektir. Görülmek, onaylanmak ve takdir edilmek de peşi sıra gelir. Dua, sessiz bir köşede edilen yakarış değil, duygusal bir fonda paylaşılan story’dir mesela. Kutsal kitaplardan alınan ayetler, içsel bir anlam arayışı değil bazen bir ideolojiye bazen bir içeriğe eklenen “anlamlı söz”dür. Dua, gösteriye; kutsal, estetiğe; Tanrı, içerik stratejisine dönüşür. Tanrı’nın bir içerik haline gelmiş olması fikri rahatsızlık uyandırabilir. Bu, inancı küçümsemek değil onun nasıl araçsallaştığını sorgulamak içindir.

Taylor’a göre modern insan, artık yukarıdan gelen sesleri nadiren duyar. Ama buna rağmen içinde bitmeyen bir anlam arayışı da vardır. Bu sebeple insanlar anlam arayışını ekranlarda, görünürlülükte, sosyal sermayede bulmaya çalışırlar. Dolayısıyla sorun, farklı Tanrı imgelerinde değil, o Tanrı’nın artık ekranlarımızda konuşmasındadır.

Modern çağ Tanrı’yı öldürmedi sadece onu başka bir platforma taşıdı. Ama sorulması gereken şu:
Bu kadar görünür olan bir şey hâlâ kutsal olabilir mi?

YouTube'da "İbretlik hikâyeler", TikTok'ta hızlandırılmış Kur'an okumaları, Instagram'da dua zincirleri… Her şey içerik haline geldikçe, kutsal da gündelikleşir ve sıradanlaşır.
Belki en çok da satın alınabilir hale gelir.
Tanrı’nın sosyal medyada arandığı bir çağda, dini kavramlar da kendine yeni kılıklar bulmak zorunda kalır.
Ve bu dönüşüm, sadece inanç biçimimizi değil, anlam haritamızı da değiştirir.

Günah, linç kültürüne dönüştü. Yanlış bir cümle, yanlış bir fotoğraf uygunsuz görülen hayat tarzı anında linçleniyor. Allah affeder mi bilmem ama timeline affetmiyor.

Sevap, Allah için değil, algoritma için işleniyor. “Her beğeni bir âmin!” Dua, içten gelen bir yakarış değil, story’ye dönüştürülmüş bir niyet bildirimi. Şirk, sadece putlara tapmak değil artık; benliği mutlaklaştırmak. Benlik, mutlak hakikat gibi konumlandırılıyor. “Amel defteri”nin yerini “profil geçmişi” aldı.

Görünmek ise kurtuluş gibi...

Ve biz belki hâlâ aynı Tanrı’ya inandığımızı sanıyoruz, ama aslında farklı bir dilin içinde, farklı bir tanrısallıkla yaşıyoruz.

Belki de en çarpıcısı şu ki, “Tanrı sadece görünür olmadı; biz de görünürlüğün tanrısına inanmaya başladık.” Ve bu dijital inanç rejimi içerisinde herkes kendi mikrogerçekliğini ve kendi kişisel kutsalını yaratıyor. Bir trajedi mi yaşandı? Story bul, cümle yaz, paylaş ve vicdanın rahatlasın. Bir haksızlık mı gördün tweet at ve kahveni yudumla. Yeter ki algoritma seni “iyi bir insan” olarak sınıflasın. Gerçek dünyada sorumluluk almak yerine dijital dünyada pozisyon almak yeterli görülüyor ve adalet, paylaşım dengesine göre ölçülüyor.

Tuba Gevrek Çiftçi

Kırıkkale, 2025