Şehrin İnsanları
EDEBIYAT
Rabia Bilgiç
9/18/20254 min read


Bir şehrin büyüklüğü yalnızca yükselen gökdelenleri ile değil, görmezden geldiği insanların sessizliğiyle ölçülür. Göz alıcı güzellikte manzarası, kocaman yolların gürültüsü, süslü binaların ışıkları, arka sokaklarda yankılanan bu derin sessizliği bastırmak için vardır sanki. İşinden evine yorgun dönen insanların kaldırımdaki adımları bile gittikçe sessizleşir. Duyulmaz olur. Konuşmayı, direnmeyi bırakmış binlerce yüz üzerlerine dikilmiş mecburi hayat giysileri içinde sakince akıp giderler. Onların gözleri, gecenin karanlığını bölen binlerce sokak lambası gibi fark edilmeden, yine sessizce şehrin sokaklarını değil ruhunu aydınlatır ve şehir tam da bu fark edilmeyişin üstünde yükselir.
İstanbul…Belki de bu şehirlerin en görkemlisi… ilk görüşte kendine aşık eden o güzeller gibi. İstanbul’un taş kaldırımları her gün o unutulmuş, sessizleşmiş yüzleri bir semtten diğerine taşır. Tarihin ihtişamı bu şehirdeki insanları bir yere kadar büyüler, sonra yine aynı sessizlikte kayboluverirler. Beyoğlu’nun sokaklarında, Üsküdar’ın yokuşlarında yaşayanların sessizliği, boğazın akıntısından daha derin, her biri ayrı güzellikteki camilerden okunan ezan seslerinden daha yankılıdır. İstanbul büyüdükçe içindekiler küçülür; küçücük kalırlar. Kendilerini bile bulamayacak kadar ufalırlar.
O da bu insanlardan biriydi. Diğerlerinden tek farkı bu sessizliği duyabiliyordu ya da kendinde böyle bir yetenek varmış gibi hissetmek ona iyi geliyordu. Üsküdar’ın eski mahallelerinden birinde yaşardı. Uzaktan boğazı gören yokuşlu sokakların birinde yaşar diğer sokakların da çoğunu ezbere bilirdi. Mahallenin nadir kalan üç beş ağacının olduğu meydandaki çay ocağında her sabah aynı köşeye oturur, bir çay söyler ve yanından geçen yüzleri izlerdi. Yüzlerinden ne hissettiklerini, konuşmadan ne anlattıklarını çözmeye çalışırdı. Bazen çok kolay anlayabilirdi. Anlayınca da garip bir sevinç duyardı içinde. Bazen seçemezdi o yüzün gerisinde olanları. O zamanlarda da içten içe kızar, söylenirdi. Tüm gün o yüz gitmezdi aklından. Ne kadar çok düşünse de bazen anlayamayacağını bilmezdi. İnsanların yüzlerine bu kadar meraklı olmasına rağmen hiçbiriyle göz göze gelmezdi. Gözleri birisinin gözüne değecek gibi olsa başını çevirirdi. korkusu anlaşılmaktı. Başka birisinin yüzüne düşen bakışlarından içine açılabilecek yoldan korkardı. İçindeki o yalnızlığı, huzursuzluğu fark ederlerse duyguları onu ele geçirir gibi geliyordu. İnsanları merak ettiği kadar kendini merak etmezdi çoğu zaman. Başkaları da merak etsin istemezdi. Ta ki o güne kadar…
Bir sabah yine oturdu köşesine. İzlemeye koyuldu gelen geçenleri. Önce bir kadın geçti acele adımlarla. Nefes alışları bile aceleydi. Birkaç kere saatine baktı kadın. ‘Telaşlı’ dedi kendi kendine. ‘Acaba nereye yetişiyor ki?’. Hemen arkasından yaşlı bir adam geçti. Bu seferkinin adımları ağırdı. ‘Bunun acelesi yok belli’ dedi. Belki yaşlılıktan ancak bu kadar hızlı yürüyebiliyor diye düşündü. Tam bunları aklından geçirirken bir çocuk yanaştı yanına. Gözlerine baktı. Kaçıramadı gözlerini bu sefer. Çocuk gözlerini ayırmadan sordu. ‘Oyun oynar mısın benimle? Hiç arkadaşım yok burada.’ Bu soru onu afallattı. Günlerdir kimseyle doğru dürüst konuşmamıştı. Marketteki kasiyer, çaycının çırağı hariç. Onlarla da konuştu sayılmazdı zaten. Bir an düşündü. Konuşmayı hatırlıyor muydu? Zihninden bunları geçirirken ‘Olur, oynarız’ deyiverdi. Duyduğuna kendisi bile şaşırmıştı. Çocuk gözlerini daha da dikmişti bu sefer. Bakışlarında merakın değil sevincin izleri vardı artık.
Bir vakit oynadılar birlikte. Taş-kağıt-makas, saklambaç, el kızartmaca… Çaycının çırağından kalem kağıt isteyip isim-şehir bile oynadılar. Bir sürü şey de konuştular. Çocuk İstanbul’a yeni taşınmış. İki haftadır hiç arkadaş bulamamış kendine. Sonunda bu köşede oturup sağa sola bakan adamı gözüne kestirmiş oyun arkadaşı olarak. Ne de olsa işi yok diye düşünmüş. Adam da kendinden bahsetti biraz ama o kadar uzun zamandır susmuştu ki anlatacak bir şey bulamadı. Çocuğun yüzü neden diğerlerinden farklı diye düşündü bütün oyun boyunca. Diğerlerinde olmayan bir huzur vardı çocuğun yüzünde. ‘İstanbul’a yeni gelmiş; dur bakalım, o da diğerlerine benzer’ dedi sonra. Ama içinde bir yerlerde benzemesin istedi. Hatta benzemesinden çok korktu. Çocuk birden ayağa kalktı. ‘Gitmem gerek; annem kızar, geç oldu’ dedi ve koşarak uzaklaştı. Adam aklındaki düşüncelerle ve az önceki korkuyla bir başına kaldı. Tüm gece boyunca bunu düşündü. Acaba bu şehrin sessiz, solgun insanları değişir miydi? ‘Çocuğu değiştirmesek de biz değişsek ya’ dedi. Korkusu meraka döndü yine. Çılgınca bir merak… Herkes değişse ne olurdu? Sabah uyandığında aklında hala aynı sorular vardı. Bir şey yapmalıyım dedi kendi kendine. Kimse farkında değildi. O fark ettiyse bunun bir anlamı olmalıydı. Bir şey yapmalıydı.
Yine gitti o köşeye oturdu. Çaycının çırağına seslendi; ‘ Her zamankinden.’ Çayın ilk yudumu dudaklarından geçerken kokusu da zihnini açmıştı adeta. Bir şey geldi aklına. Denemekten ne kaybederdi. Yine insanları izlemeye başladı. Yüzlerini izledi uzun uzun. Ama bu sefer bir fark vardı. Bu sefer en çok gözlerine baktı. Aynı o çocuk gibi. Oyun oynayalım mı demedi onlara belki ama ‘Günaydın’ dedi. Her günaydın deyişinde o sessiz, solgun yüzlerinin değiştiğini fark etti. Çok cılızdı ama umut etmeye yetecek kadar vardı. Artık inandı… Bu koca İstanbul’un insanları değişebilirdi…
Rabia Bilgiç
İstanbul, 2025