Lüksemburg'da Kış

GEZI

Muhammed Üstündağ

8/11/20255 min read

2020 yılının ilk günü, Heidelberg tren garından hareket etmişti trenimiz. Yaklaşık 185 kilometrelik mesafeyi üç buçuk saatte katettik. Trenimiz, soğuktan buharlanmaya başlamış pencereden izlediğimiz, güzel bir kış manzarası eşliğinde ilerledi. Yol boyunca sislerin ardına gizlenmiş tepeler ve kimi tepelerin zirvesinde -bulunduğu tepeyle özdeşleşmiş- kaleler, ormanlık alanlar, ilerledikçe bölgeye has şirin köy siluetleri ve Saar Nehri… bütün bunlar kışa bürünmüş halleri ile yansıdı penceremize. Saarburg kasabasına yaklaşırken Saar Nehri’ne paralel ilerledik ve nehrin diğer tarafında bir tepenin zirvesinde Saarburg Kalesi bütün ihtişamıyla karşıladı bizi. Kaledeki büyük kulenin zirvesi sislerin içinde kaybolmuştu… Bu sayede kale olduğundan daha anıtsal duruyordu. Böylesi bir manzarayla yolumuz Lüksemburg’a doğru ilerledi. Lüksemburg’a girişimiz de yolculuğumuz kadar masalsıydı. Trenimiz yüksek bir bölgeden eski bir taş köprünün üzerinden geçerek şehre girerken, bir kısmı aşağıdaki vadiye serpilmiş şehir kış kostümünü giymiş, bütün güzelliği ile bizi selamlıyordu. Soğuk bir kış günü vardığımız Lüksemburg’da, ağaçların çıplaklığını karlar örtmüş, şehir beyaza bürünmüş ve sisli havasıyla bizi masalsı bir geziye davet ediyordu. Havanın soğukluğuna aldırmadan bu şehrin sokaklarında dolaşmak zevkli gelmişti bana.

Yaklaşık 130 bin nüfusu ile Lüksemburg ülkenin hem en büyük şehri, hem de başkenti. Lüksemburg büyük surlarla çevrili bir kale şehri. Çok farklı bir şehir; çünkü iki katmanlı bir kent. Eski şehrin bir kısmı aşağıda; yani vadi bölgesinde, diğer kısmı kayaların üzerine kurulmuş. Yapıların üslubu ile çatıların benzerliği şehre bir ahenk ve tutarlılık kazandırmış. Kiliselerden kamu binalarına, sivil yapılardan sosyal binalara kadar yapı aynı ahengi, aynı özelliği yansıtıyor.

Burada gezmek gerçekten farklı bir deneyimdi. En çok ilgimi çeken, şehrin boyutu ile verdiği mekan hissinin orantılı olmasıydı. Yani şehir küçük, ufak bir bölge. Aynı şekilde evler, sokaklar, meydanlar, kralın sarayı, müzeler, hoteller… birbirleri ile orantılı ve insan ölçeğinde bir şehircilik sergiliyor. Binaların çatıları genellikle beşik veya mansart tarzında ve hemen hepsi antrasit renginde. Binaların cepheleri de renk açısından genel bir uyum içinde tasarlanmış. Pastel sarıdan, bej rengine kadar geçişler olsa da cepheler ton olarak bir renk ahengi sergiliyor. Şehrin silüeti dahi bilinçli bir tasarımın sonucu olduğu hissini veriyor. Çatılar, çan kuleleri ve viyadükler gibi yapılar şehrin silüetini oluşturuyor.

Şehrin eski bölgesini çevreleyen surlar, şehri yukarıdan izleme imkanı sunuyor. Lüksemburg Kazamatları olarak bilinen surlar 1644 yılında İspanyol hakimiyetinde inşa edilmeye başlanmış. Kırk sene sonra Fransızlar kazamatları genişletmiş. 1745’ten sonra Avusturya hakimiyeti zamanında yer altından genişletme devam etmiş. Savaş zamanlarında Lüksemburg halkı için barınak imkanı sağlamış olan bu kazamatlar bugün şehrin en görülmeye değer yapı kompleksi arasında. Kendisine has bazı özelliklerinden ötürü bu kazamatlar ve şehrin eski bölgesi 1994’ten bu yana UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Kazamatlar üzerinden şehir panoramik olarak izlendiğinde manzara görsel bir şölen sunuyordu.

Şehrin kendine özgü sokaklarını gezerken ortamın sakinliği, havanın soğukluğu, akşamın yaklaşan zamanı ve kış mevsiminin binalara yansıyan güzelliği melankolik bir his yaratıyordu. Anlatılması zor fakat hoş bu duygular adımlarıma ayrı bir değer katıyor ve farklı bir gezi tecrübesi yaşatıyordu. Yukarıdan ne kadar homojen gözükse de teferruatlı gezenlere sürprizlerle dolu bir şehir Lüksemburg. Akşam vakti sokak lambalarının aydınlattığı ara sokakların birinde kaybolmuşken birden eski şehir bölgesinin tam merkezindeki Fischmarkt’ta bulduk kendimizi. Buranın yakınındaki ara sokakların birinde gizlenmiş arka bölümdeki bir yazıtta, büyük şair Goethe’nin Lüksemburg’da bu bölgede kaldığına dair bir yazı okudum. Tam o binada mı kaldı bilmiyorum, fakat eserlerini severek okuduğum şairin bu şehirde de izine rastlamak beni çok mutlu etmişti. Hatta az ilerideki ufak meydanın ismi Goethe Plaque. Bu meydanda bir de onun 1792’deki Lüksemburg ziyareti anısına 1935’te dikilmiş bir anıt taşı mevcut. Bir kaya parçasından oluşan bu anıtın ön yüzüne bir kitabe eklenmiş ve arka yüzüne Goethe’nin profilden yüzü resmedilmiş. Kitabede şunlar yazıyor:

"Hier findet sich soviel Grösse mit Anmut, soviel Ernst mit Lieblichkeit verbunden, dass wohl zu wünschen wäre, Poussin hätte sein herrliches Talent in solchen Räumen betätigt." Goethe über Luxemburg. Campagne in Frankreich. 15. Oktober 1792 (1)

Johann Wolfgang von Goethe’nin şu sözünü şehri özetleyecek türden buluyorum:

"Wer Luxemburg nicht gesehen hat, wird sich keine Vorstellung von diesem an- und übereinander gefügten Kriegsgebäude machen. Die Einbildungskraft verwirrt sich, wenn man die seltsame Mannigfaltigkeit hervorrufen will, mit der sich das Auge des hin und her gehenden Wanderers kaum befreunden konnte." (2)

Goethe’ye dair bu keşif benim için çok şaşırtıcı ve etkileyiciydi.

Şehirdeki yapıların ve sokakların sadeliği, içine girdiğimiz Eglise St. Michel kilisenin iç tasarımına da sirayet etmiş. Nasıl ki şehrin özgünlüğü mabedin içine sızmışsa, kilisenin vakarı da binadan şehre yayılmış hissi verdi bana. Kilise, dış ve iç tasarımı, renkleri, formu, kullanılan malzemesi ile şehre çok başarılı bir uyum sağlamış.

Kiliseden çıkıp tekrar merkeze doğru ilerlerken kraliyet sarayının bulunduğu meydana vardık. Sağımızda kraliyet sarayı, devamında meclis binası ve solumuzda cephe süslemesi ile dikkat çeken küçük şirin bir Chocolatier. Hava soğuktu. Üzerimizde montlarımız, elimizde eldivenler, boynumuzda atkılarımız olmasına rağmen üşüyorduk. Şehrin güzel sokakları üşüdüğümüzü unutturmaya uğraşsa da, o mekan şirinliği ile bizi bu soğuk havaya bir es verdirecek sıcak içeceklere davet ediyordu. Öyle de yaptık, içeri girdik. Kışa uygun süslenmiş bu mekan çikolatalardan, pastalara, sıcak çikolatalara, hatta çikolatadan maketlere kadar geniş bir ürün çeşitliliğine sahipti. Biz de farklı tatlarda birer sıcak sütlü çikolatayı, meydana lapa lapa yağan karı, sokak lambaları ile aydınlatılmış meydanda kışlık kıyafetleri ile yürüyen insanları, hemen karşımızda sakince duran sarayı izleyerek yudumladık. İçimizi ısıtan ve damağımızı şenlendiren bu lezzetli içecek, bizi soğuğa karşı koruyan bu şirin mekan ve kışın resmini çizen bu güzel meydan bize unutulmaz bir romantik tecrübe sunuyordu.

Böylesi güzel bir manzara ile yazımı tamamlamak istiyorum.

Muhammed Üstündağ

Berlin, 2025

(1) “Burada öyle bir ihtişam zarafetle, öyle bir ciddiyet hoşlukla birleşmiş ki, insan ister istemez Poussin’in bu harika yeteneğini böyle mekânlarda kullanmış olmasını dilerdi.”

— Goethe, Lüksemburg hakkında

Fransa Seferi, 15 Ekim 1792

(2) “Lüksemburg’u görmemiş olan biri, bu iç içe geçmiş ve üst üste kurulmuş savaş yapısının neye benzediğini hayal bile edemez. İnsan, bu garip çeşitliliği gözünün önüne getirmeye çalıştığında hayal gücü şaşkına döner; çünkü oradan buraya yürüyen bir gezginin gözü bile bu manzarayla kolay kolay uzlaşamaz.”