Körler Kıssası'nın Yolculuğu

İNCELEMEEDEBIYATSANAT

İlkiz Kucur Taşdelen

7/1/20257 min read

1568 yılında yapılmış bir tablo yüzlerce yılın ardından bir romana, bir şiire hatta farklı bir ressamın tablosuna ilham verebiliyorsa bunu elbette yaratıcısının gücüne borçludur. Aynı zamanda içinde sakladığı büyü ile sanatın farklı alanlarının birbirinden beslenmesine de güzel bir örnektir.

Rönesans döneminde yaşamış Hollandalı ressam Pieter Bruegel’den söz ediyorum. 1525-1569 yılları arasında Rönesans dönemi ressamlarından olan Bruegel aynı zamanda matbaacıdır. Aile bireyleri arasında aynı adı taşıyan oğulları ve torunları da bulunduğundan onu ayırmak için Baba ya da Yaşlı Bruegel tanımlaması yapılmıştır. Yaşadığı dönemin salgın hastalıkları, kıtlıklar ve bunların sonucunda perişan olmuş insanlar, dilenciler, sakatlar tablolarına yansımıştır.

”Avrupa’da Reform bunalımını sanatın tümden aşabildiği tek bir yer oldu yalnızca: Benelüks ülkeleri. Burada resim sanatı uzun süredir gelişimini sürdürüyordu ve sanatçılar güçlükleri için bir çıkış yolu bulabildiler. Yalnızca portre sanatı ile yetinecekleri yerde, Protestan Kilisesi'nin karşı çıkamayacağı bütün konularda uzmanlaştılar. Ressamların belirli bir dalda veya türdeki konuları, özellikle günlük yaşamdan alınmış sahneleri işledikleri resimlere genel olarak 'günlük yaşam resmi' veya 'tür resmi' denir. Günlük yaşam resminin XVI. yüzyıldaki en büyük ustası Yaşlı Pieter Bruegel'dir . Bruegel'in seçtiği tür köy yaşamından sahneler oldu”. ¹

Yaşlı Bruegel’i Köy Düğünü, Flemenk Atasözleri, Çocukların Oyunları, Babil Kulesi adlı eserleri ile tanıyoruz. Bu yazının konusu olan tablosu ise ressamın ölmeden bir yıl önce tamamladığı, Körün Kıssası ya da Körlerin Yürüyüşü adlı eseridir. Tabloda sol üst köşeden sağ alt köşeye doğru yürüyen bir grup kör ile karşılaşıyoruz. Grubun en önünde yer alan lider bir çukura düşmüş. Anlıyoruz ki onu takip eden grubun diğer üyeleri de az sonra benzer bir kaderi paylaşacak. Düşme anının yansıtılmasındaki gerçeklik tablonun en can alıcı noktasıdır.

Birbirlerine, ellerinde tuttukları sopalar ile bağlanarak yürüyen altı kişiden yalnızca birinin yüzü tabloya bakanlara dönüktür. Ressamın körlük konusuna olan yakın ilgisi tablodaki kişilerin her birinin körlük nedeninin farklı bir hastalıktan kaynaklandığını resmetmesi ile kolaylıkla anlaşılır. Unutmayalım ki körlük o dönemin dini anlayışında işlenen bir suçtan ötürü cezalandırılmış olmak anlamını taşır.

Resim eleştirmenleri tabloyu çok daha derinlemesine incelemişler ve dönemin resim anlayışına karşı Bruegel’in devrimci yorumlarını sanatseverlerin görüşlerine sunmuşlardır. Kuşkusuz körlük ve kör liderlik yanında arka plandaki kilise ve köy yaşamı bu yorumlarda önemli bir yer almıştır.

Aslı Napoli’deki Museo di Capodimonte'de sergilenen eser 1985 yılında Gert Hofmann yazdığı Kör Düşüşü(Der Blindensturz) adıyla roman olarak karşımıza çıkacaktır.

Alman yazar Gert Hofmann’ın 1985 yılında yazdığı eseri 2022 yılında Gül Gürtunca tarafından dilimize çevrilmiş, Jaguar yayınları aracılığı ile de okurlara sunulmuştur.

Romanın başında adı belirtilmeyen bir ressam tarafından resimleri yapılacak altı kör adam ile karşılaşıyoruz. Elbette dikkatli okur bu ressamın Yaşlı Pieter Bruegel olduğunu anlayacaktır. Kendi aralarında yaptıkları sohbetten her birinin kör olmasının ayrı bir nedeni olduğunu öğreniyoruz. Romandaki gerilim kısa sürede okuyucuya da geçiyor. Yazarın bunu bilerek ve isteyerek yaptığını anlamamız ise bizi romandan uzaklaştırma riskini taşır. Kendimizi romandan uzaklaştırdığımızda yazarın olaylar hakkında okuyucuya çok az ipucu verdiğini fark ediyoruz. Çünkü Hofmann okuyucunun da körleşmesini ve kahramanları gibi romanın sayfalarında el yordamı ile dolaşmasını istiyor. Geniş bir yeşillik alanda dolaşırken sıkışıp kalma duygusunu bundan daha iyi nasıl aktarabilirsiniz? Romanın en etkileyici özelliği bence bu duyguyu yaşatmasında yatıyor. Yazar hem tablonun içinden hem de ressamın zihninden bize eserin yapılış sürecini anlatmaya çalışıyor. Altı kör adamdan yüzünü bize dönmüş bakan(!) kişinin ne söylediğini anlamaya çalışıyoruz. Hoffman gözleri görmeyen kahramanları ve körleştirilen okuru sesle uyarmayı başarıyor.

Kendilerini çizecek olan ressamın evinde karınlarını doyurmak onların bu tabloda yer almalarının ödülüdür. Bunun bedeli olarak defalarca aynı yolda yürüyüp bir hendeğe düşeceklerdir.

“Sonra şaşırtıcı bir biçimde, ama ansızın viyaklayan domuz kadar beklenmedik bir biçimde düşüyoruz ve muhtemelen şöyle oluyor.

Büyük olasılıkla mihmandarımız Pipolus’un bir ayağı, önceden hizmetçi kadının bahsettiği ve bahçıvanın muhtemelen köprünün üzerine koyduğu taşa takılıyor (hizmetçi kadının söylediğine göre taşın resmi yapılmayacakmış.). Sonuçta Ripolus dengesini kaybediyor, muhtemelen sendeliyor ve yine muhtemelen kollarını kaldırıyor ve o ana dek sadece şırıltısını duyduğu nehre, büyük olasılıkla sırtüstü düşüyor. Bu sırada Oyukgöz muhtemelen Ripolus’un bacaklarının üzerine düşüyor ve bizleri de peşi sıra sürüklüyor, çünkü biz de düşüyoruz. Ve çığlık atıyor düşerken bir yerlere tutunmaya çalışıyor ve kısa bir süre havada kalarak Bellejambe’yi de taşların üzerine çekerek nehre düşüyoruz.”

“Onları işte tam bu şekilde resmedeceğim, diyor bizlere bakmış ve muhtemelen düşerken de görmüş olan ressam, sevgili dostuna. Bu esnada biz düştüğümüz nehrin içinde toparlanmaya çalışıyor, acıyan yerlerimizi tutuyor, tekrar ayağa kalkmaya çabalıyoruz.”² Kitap; ”Resmimizin yapılacağı gün -her zamanki gibi yeni bir gün işte- samanlık kapısının vurulmasıyla uykudan uyanıyoruz. Hayır, kapıya içeriden değil dışarıdan, onlar tarafından vuruluyor.”³ cümlesiyle başlıyor.”

“Şu an samanlıktayız değil mi?

Evet, samanlıkta.

Dün geceki samanlık mı?

Dün geceki samanlıkta.

Değil mi ya, diyoruz. Tahmin etmiştik. O zaman sen de sabahleyin şu kapıyı çalan adamsın?

Evet, sabahleyin.

Ve ona soruyoruz: Bizi neden uyandırdın?

Kapıyı çalan adam: Resminizi yapmak istiyorlardı da ondan.

Kahrolasıca, diyoruz, beklesen olmaz mıydı? Az kalsın kayboluyorduk.

Aynen, diyor kapıyı çalan adam, uyandırdım.

Ve biz, tablonun ortasındakiler muhakkak biz olacağız. Resmedildik mi?

Ve kapıyı çalan adam hızla uzaklaşırken: Evet, resmedildiniz.” ⁴

Başlangıç ve bitişin ortak noktası bu adamların resmedileceği, ancak neden resmedildiklerini hem kendileri hem de onları samanlıktan götüren kişi bilmemekte. Kitabın ilerleyen sayfalarında körlerin ressamın evine doğru gidişlerinde yaşadıkları zorlukları fark ediyoruz. Kolay olmayan bir ilerleyiş.

Bu kez ressamın fırça darbelerini, yazarın sözcüklerinden okuyoruz. Bu sanatın değiştirici gücünün en güzel örneklerinden biri olmalı. Sözlü edebiyatın, mitolojinin ölümsüz eserlerinin, destanların; ressam ve heykeltıraşların ellerinde heykellere, tablolara dönüşmesi ardından yeniden tablolardan sözcüklere sürüp giden bir yolculuk. Bruegel’in 16. yüzyılda yaptığı bu tablo yalnızca bir romana dönüşmemiş, bir başka tabloya da esin kaynağı olmuştur. Gazlı (Gassed) adı verilen, John Singee Sargent’in (1856-1925) 1919'da yaptığı büyük boyutlu bir tablodan söz ediyorum. Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen bir gaz saldırısı sonrası bir grup askerin tıpkı Bruegel’in tablosunda olduğu gibi birbirlerine tutunarak soyunma odalarına doğru ilerleyişi resmedilmiştir. Bu kez askerlerin yürüdükleri alan kırlar değildir. Savaş alanındaki ölü ve yaralıların arasında ilerlemektedirler.

Körler Kıssası son olarak bu kez de benim bir şiirimde yeniden hayat buluyor. Daha önce Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi’nin 112. sayısında yer alan şiirimi bir kez de burada paylaşmak istedim.

Evet, Körler Kıssası'nın yolculuğu 1568 yılından bu yana tam 455 yıldır düşe kalka sürüyor. Üstelik çağımızda neredeyse bulaşıcı bir hastalığa dönüşen körlükle, körlerin sayısı da artıyor ve tabloda kendilerini yüzyıllardır göremeyen körler yaşamaya devam ediyor halâ.

KÖRLER KISASI (*)

denizden uzak, kuru, sıcak ve sarı

oysa yağmura yakışırdı yalnızlık

parlayan taşlar ve gözyaşlarını saklayan ıslaklık

küçük çukurlardan sıçrayan hayat, sende mi gittin?

basma desenine sarılı dalları koparıp

sokak arasındaki tarçınlı çörek kokusuna kanmak gibi

çekip gittin işte o daracık yollardan

bıraktığın bendim. Çökmüş omuzlarımla. Bir camın ardında kalan

güzel kokulardan uzağa düşen gölgemle, çamura devrilen

uzadı karanlık, taşları vurdu kentin. Bir kaleden dökülen sesler, yığılıp kalan harfleri yalnızlığın

gece kendi dilinden söylüyor şarkısını kimse bilmiyor. Yıldızlar kayıp duruyor

ne çok yıldız var gökyüzünde bu kentin yalnızlığına vurulan

gün sarı gece sıcak. Taşların hükmü sürmekte. Kendime geçip gitmeler veriyorum.

uyandırmayın sıcak taşları, acemi sancılardan ne kalırsa geriye kalsın, bırakın

gözlerim ayrılığın ayak izlerini saklarken yüreğimden

kızaran kaleler sunuyorum sabaha, kuşların ilk ötüşlerinden çalıp günleri

hırpani bir adam sırtında bir küfe yoksul. “ Körler Kıssası”nda düşleri

sevdiğim bir şairi soruyorum şimdi, aniden ölüyor masal

ve dalında kalıyor üç elma, göle düşen günlerden

İlkiz Kucur

İstanbul,2025

*Körler Kıssası: Pieter Bruegel, 1568 tarihli tablosu

*Gert Hoffman’ın aynı adlı romanı

  1. Sanatın Öyküsü, E.H.Gombrich, çev.Bedrettin Cömert, Remzi Kitabevi, 1980, s.295-297.

  2. Körler Kısası, Gert Hofmann, çev.Gül Gürtunca, Jaguar Yay., 2022, s.97-98.

  3. a.g.e. s. 7.

  4. a.g.e s. 117.