Dilin Ötesinde Bir Dünya: Otizm, Farklılık ve Görmenin Ahlakı

PSIKOLOJI

Psk. Alperen Aşanbuğa

4/22/20255 min read

Her insan dünyaya kendi penceresinden bakar. Ama bazı pencereler öylesine farklı bir ışıkla doludur ki, diğerlerinin bakmaya alıştığı manzarayı değil, bambaşka bir varoluş biçimini gösterir. Otizm, tam da böyle bir pencere. Bakıldığında değil, yalnızca bakılmaya cesaret edildiğinde anlaşılabilen bir dünya.

Otizmi sadece tıbbi bir tanı, bir “hastalık” ya da nörogelişimsel bozukluk olarak tanımlamak kolaydır. Zor olan, otizmi bir farklılık, yaşam biçimi, bir algı dili, hatta bir felsefi varoluş önerisi olarak görmektir. ‘’Felsefi bir varoluş önerisi mi?’’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet tam olarak öyle. Her beynin farklı işleyişini kabul eden ‘’nöroçeşitlilik’’ perspektifinden baktığımızda; otizmi bir ‘’hastalık veya bozukluk’’ değil, insan bilişselliğinin ve deneyiminin doğal bir çeşitliliği olarak kabul edebiliriz. Otizm, insan olmanın, kendine özgü değerleri ve bakış açıları olan farklı bir yoludur.

Bu farklılığın doğasını algılayabilmek için otizmin ne olduğuna ve ne olmadığına biraz daha yakından bakalım.

Otizm Nedir (ve Ne Değildir)?

Etimolojik olarak içe dönük anlamına gelen otizm, doğuştan gelen ve ömür boyu devam eden nörogelişimsel bir farklılıktır. Otizm, beyin gelişimini; dolayısıyla dikkat, öğrenme, algı, duygu düzenleme gibi işlevleri etkilemektedir. Otistik bireyler, sosyal etkileşim ve iletişim kurma biçimlerinde kendilerine özgü farklılıklar gösterirler; aynı zamanda rutinlere bağlılıkları ve tekrarlayıcı davranışları da bulunmaktadır. Bu tanım, sadece yüzeydir. Evet, otizmli bireyler toplumsal “norm”lara göre iletişim kurmazlar. Ancak bu onları eksik yapmaz. Onları yalnızca ‘’farklı’’ yapar. Otizm bir dilsizlik değil, başka bir dilin varlığıdır. O dil bazen göz teması kurmamakta, bazen aynı hareketi tekrar tekrar yapmakta, bazen de kelimeler yerine nesnelerle konuşmakta ortaya çıkar. Bu dil, toplumda yaygın iletişim dilinden farklı olduğu için “anormal” değil, yalnızca bizim iletişim alışkanlıklarımızın dışında bir dildir.

Otizmli bireyler genellikle göz teması kurmaktan kaçınırlar. Bu, dışarıdan bakıldığında “ilgisizlik” ya da “soğukluk” gibi yanlış anlamalara yol açsa da aslında daha derin bir gerçekliğin yansımasıdır. Tipik gelişim gösteren bireylerle yapılan araştırmalar, yaklaşık 3,2 saniyeye kadar süren bir göz temasının genellikle "rahat" olarak algılandığını ortaya koyar (Binetti et al., 2015). Ancak süre uzadıkça kaygı düzeyi artmakta, rahatsızlık hissi oluşmaktadır. Bu veri otizmli bireylerin neden göz temasını yalnızca anlık —hatta bir saniyeyi bile bulmayan— bir temasla sınırlı tuttuklarını anlamaya bir kapı aralamaktadır. Göz teması belki de zaman tanıyarak, destekleyici olarak ve güven vererek artabilir. Ancak çoğu zaman onlar için göz teması, tipik ‘’iletişim’’e zorlanmak, anlamsız yere kaygı düzeyinin artmasına sebep olmak anlamına gelebilir.

Levinas’ın söylediği gibi ‘’etik’’ ötekinin yüzüyle karşılaştığımız anda başlar. Bu bağlamda otizm de bizim dünyamıza dahil edilmesi gereken bir eksiklik değil, kendi başına bir “etik sorumluluk” olarak karşımızdadır.

Nöroçeşitlilik ve Normun Eleştirisi

Yazının başında ‘’nöroçeşitlilik’’ perspektifinden bahsetmiştim. Nöroçeşitlilik, zihinsel farklılıkların doğal ve değerli olduğunu vurgulayan bir kavram. Kavramın kendisi de oldukça aktivist bir itirazdan doğdu. Kendisi de otistik olan sosyolog Judy Singer, toplumda otizme dair söylemin ‘’bozukluk’’ veya ‘’hastalık ’’ olarak ele alınmasına karşı gelip, otizmi bir çeşitlilik olarak ele almıştır. Yani ‘’tıbbi’’ bir bakış açısıyla değil, toplumsal düzenin de sorgulanmasını savunan ‘’toplumsal’’ bakış açısıyla farklılıkları açıklamıştır. Sorun, bireyde değil, bireyi anlamayan, ona uyum sağlamak istemeyen (onun uyum sağlama yol ve imkanlarını ortadan kaldıran) ve onu dönüştürmeye çalışan düzendedir.

Burada Foucault’nun “normalliğin icadı” dediği noktaya gelebiliriz. ‘’Normal’’ kavramı çoğu zaman bir konsensüs olarak değil bir kontrol biçimi olarak karşımıza dikilir. Toplum, davranışları ölçer, daha kolay anlamak için kategorize eder ve sınıflandırır. “Makbul olan birey” şudur: konuşkan, dışa dönük, hızlı anlayan, empati gösteren... genelde sosyal arzulanırlığı yüksek imgeler. Ama bu sayılanlar kime göre normal?

Otizm, çoğu zaman bu normlara uymadığı için dışlanmaz yalnızca; aynı zamanda “düzeltilmesi gereken bir problem” olarak ele alınır. Halbuki, belki de mesele otizmli bireyin değil, onunla konuşamayan toplumun iletişim bozukluğudur.

Ableism: Sessiz Ayrımcılığın Adı

Ableism, yani yetinormatiflik, belirli zihinsel ve bedensel becerileri “doğru” olarak kabul eden; geride kalanlara kibir ile yaklaşarak küçümseyen, insanlıkta alçaltan ve onları dışlayan bir toplumsal bakış biçimidir. Bu ayrımcılığın her zaman açık ve kaba olduğunu düşünmeyin. Çoğu zaman nezaketle süslenmiş, sistematik ve görünmezdir. Örneğin; kaynaştırma eğitimi almak isteyen otizmli bir çocuk için zaman zaman öğretmeni tarafından çocuğun “uyum sağlayamadığı” söylenir. Ama kimse “bu sınıf bu çocuğa ne kadar uyum sağladı?” veya ‘’çocuğun uyumunu artırmak için hangi bireysel düzenlemeleri yaptınız?’’ diye sormaz. Bunun dışında otizmli bireyler için yaşına ve yeteneklerine bakmadan sürekli olarak ‘’boyama, seramik, ritim’’ etkinlikleri düzenlemek, profesyonel ve akademik alandaki otizmli bireylere dahi ‘’siz’’ diye hitap edememek, 35 yaşına gelmiş otizmli çocuğunun ne giyeceğine karar vermesine izin vermemek… O kadar yoğun ki bu durum!

Toplum, farklı olanla birlikte yaşamayı hâlâ öğrenemedi. Çünkü birlikte yaşamak, aynılaşmak değil; birbirine temas etmeden de var olabilmeyi öğrenmek demektir. Bu anlamda otizm, bize yalnızca bir nörogelişimsel durum değil; aynı zamanda bir ahlaki soru sunar: Biz bu farklılıkla yaşamayı, onu dönüştürmeden, bastırmadan, susturmadan öğrenebilir miyiz?

Belki de otizm, “öteki”yle karşılaşma biçimimizi yeniden düşünmemizi sağlayan bir varoluş çağrısıdır. Bu çağrıya kulak vermek, sadece farklı bireyleri değil; kendimizi de dönüştürmenin yoludur. Çünkü her öteki, bize insan olmanın başka bir biçimini öğretir. Sokrates’in ‘’Kendini bil.’’ çağrısı burada bizim için oldukça değerli. Kendimizi tanımlarken dışarıda bıraktığımız her olgu, başka bir insanlık ihtimalidir.

Umudu Nerede Aramalı?

Yazının sonunda biraz umut olsun. Çünkü umutsuzluk, yalnızca farklı olanı dışlayanların değil, çoğu zaman onu anlamaya çalışanların düştüğü bir tuzak. Oysa farklılık, yalnızlığa mahkûm olmak zorunda değil. Sessizlik, iletişimsizlik demek değil. Ve farklılık, dışlanmak için değil, birlikte yaşamak için var. 80’li yıllarda otizm dünyada tıbbi bir bakış açısıyla ‘’tedavi edilmesi gereken’’ bir hastalık olarak görülürken 2010’larda artık bir ‘’çeşitlilik’’ olarak görülmeye başlandı. Her ne kadar ülkemiz 20 yıl geriden gelse de çeşitliliğin bir gün her toplumsal alanı güzelleştireceğini bilmek iyi hissettiriyor.

Otizm, “insan olmak” fikrinin sabit değil, sürekli genişleyen bir alan olduğunu hatırlatıyor. Ve biz bu alanı ne kadar genişletirsek, insanlık o kadar çoğalıyor.

Psk. Alperen Aşanbuğa

Bursa, 2025

  • Binetti, N., Harrison, C., Coutrot, A., Mareschal, I., & Johnston, A. (2015). Reciprocating the gaze of others: How we look and how long we like to be looked at. Journal of Vision, 15(12), 172. https://doi.org/10.1167/15.12.172