Bir Tatlı Huzur-suzluk 3

Ayşe Betül Kılıç

9/22/20258 min read

“Sen yaralarsın, yaralarımı da sararsın. Hem öldürürsün, hem hayata bağlarsın.” demişti FD.

Zıtlıklarla hemhal olarak dünyaya geliyoruz. En başından beri… karanlıktan aydınlığa, huzurlu bir rahimden, ‘günümüze özgü hiperaktif huzursuzlukla’* dolu kaotik bir dünyaya, daracık bir sığınaktan tekinsiz bir enginliğe, susmaktan ağlamaya, sessizlikten konuşturulmaya, yerinde debelenmekten emeklemeye, oradan yürümeye hatta koşmaya, daha çok daha çok koşmaya yine de hiçbir şeye yetişememeye.

Ben yoruldum Anne. İstemiyorum. Sadece büyümek istemiyorum da değil, bu dünyanın hiçbir şeyini istemiyorum... Yalan söylüyorum. Aslında istemekten korkuyorum, talep etmekten, umutlanmaktan, istediğimin bir başkasının iki dudağı arasında olmasından… Nohut oda bakla sofa, o kimseleri sokmadığım sırça köşkümü, güvenli alanımı açmaktan, orasının tozlanmasından. Sadece misafir gelince açılan misafir odasının (ne üzücüdür ki evin kalıcı bir bireyi olmayan misafir, evin bir odasının kendi adıyla anılmasıyla şereflendirilir) kapısı gibi sıkı sıkı kapatıp kimseleri sokmuyorum oraya. Senin yaptığın gibi çarşaflar seriyorum koltukların üzerine. Koltuklar evet hiç eskimiyor ama bir süreden sonra koltukların nasıl göründüğünü de unutuyor insan. Perdeleri de çekiyorum ki tozla beraber güneş de girmesin, aydınlatmasın kusurlu yanlarımı, defolarımı.

Biliyor musun Anne, kimse “Ben sevilmek istiyorum” diyeni sevmiyor, açık yüreklilikle kendini ortaya koyanı sevmiyor, gözünün içine bakanı sevmiyor. Hep kapalı kalpler arkasında bir hesap. Alacak verecek hesabı. Çeteleler tutuluyor; ben bir birim seversem, iki birim yanaşırsam… Hep bıçak sırtında hastalıklı bir oyun; stratejiler, kozlar var; kazanan kaybeden var; kaçan var, kovalayan var; üzen üzülen, aldatan aldatılan, giden ve kalan… Kalp kıran kırana bir mücadele anlayacağın. Olanı olduğu gibi seven yok; değiştirdiğinden de kimse memnun değil. Thrift store’a bir önceki sahibi tarafından bırakılmış güzel pirinç bir çerçevenin, yeni sahibi tarafından ucuz bir DIY tatmini uğruna beyaz boyayla boyanıp ucuzlaştırılması, çirkinleştirilmesi gibi. Oysa biraz ihtimam, biraz ilgi, biraz sevgi, eski ihtişamına döndürmek için yeterliydi (Şair burada kendi ruhundan bahsediyor).

Yapamıyor(d)um. Ben “Bunu mu demek istediniz?”lerle yapamıyordum. Türkçe’den Türkçe'ye tercüme gerektiren cümleleri, imaları sevmiyorum. “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”a on tane varyasyon daha katmışlar. Mevlana olsa özlü söz üretemez, o bile “Ne olursan ol gel” demez bunlara. Ki zaten onu da o dememiş, Ebu Said Ebu`l-Hayr demiş. Şimdi alıntı da yanlış çıkar, referans verecek bir şey bulamam diye daha ötesini araştırmıyorum. Zamanımın ilerisinde miyim, gerisinde miyim onu da anlayamıyorum. Yeri geliyor Boomer olmakla itham ediliyorum, yeri geliyor Z kuşağı özentisi olmakla. Bir yandan gençlik enerjisini hiç yitirmeyen bir ruhum, çocuk kalan bir yüzüm var. O yüzden de ergenliği yeni bitirmiş oğlanlarla başım belada. “Evladım git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem yaşlıyım, romatizmalıyım, biraz aksiyim”e kendilerini inandıramıyorum. Bir yandan da dümdüz “Benimle çıkar mısın?”lı lise yıllarını özlüyorum. Söz çok muğlak fakat niyet açık. Lovebombing/ghosting deliryumunun lugatımıza girmediği zamanları özlüyorum. Utanmasam eski Ramazanlar´a, muhallebicide date´e çıkmalara vardıracağım; nostalji kuşağı kafasındayım. Pamelacığım`ın bahsini ettiği “Karşıma her yerde çıkan 30 yaş üstü adamlar” neredeyseniz söyleyin bari ben geleyim diyesim var.

Ben mi kem gözlüyüm, bilemiyorum. Badem gözlü dediğim kör oluyor, sırma saçlı dediğim kel kalıyor, adam dediğimse… Kamyon arkasına bağladım, susuyorum. Özetle maşallah dediğimiz üç gün yaşıyor. En masum görüneni bile deri üzerine deri geçirmiş bir matruşka. Her katta yeni bir sürpriz. Kinder Sürpriz hatta tam anlamıyla, çünkü çoluk çocuk herkes. Perdeler kaldırmakla bitmiyor. Kuzu görünümlü kurt, kurt görünümlü çakal, çakal görünümlü yılan, yılan görünümlü… bilemedim. Hayvanlar alemi yetmedi betimlemeye bu absürtlüğü. Sanırım bu ucubeliği ancak mitolojinin yardımıyla açıklayabilirim. Anlattığım profile uygun Kimera var mesela; aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu. Öyle bir melez düşünün, üzerine çeşni olsun diye biraz da insan kromozomu serpiştirmişler. Bildiniz mi?

Ben çok dürüstçe bir şey söyleyeyim mi? Bende de var bir mallık. Yoksa bu kadar ince eleyip sık dokuyup her seferinde yanlış tercih yapılmaz yani. Tam yeri gelmişken biz kadınların, duygusal kapasitesi yetersiz erkeklere vurulma sendromunu da bir konuşalım. İbretlik ilişkiler geçirmişsin, verilmiş sadakaların yüzü suyu hürmetine nice sakıncalı insanları teğet geçmişsin, en az bir 2-3 sene terapi almışsın, sevabınla günahınla kendinle barışmışsın, duygusal stabiliteye ulaşmış, kendinle vakit geçirmekten hoşlanır olmuşsun. Yavrum, evladım gözünü seveyim; ne halt yemeye daha duygusal evriminin birinci aşamasını tamamlayamamış, söylediğiyle eylemleri uyumsuz, ben kocaman bir red flag’im diye ortada gezinen insanlara (insan dedim de siz yine mitolojik, en fazla 1/3’ü insan bir varlık düşünün) kendini kaptırıyorsun? Duygusal mazoşizmdir bu en naif tabiriyle. Sizler için oturdum bu durumu kavramsallaştırdım. Hazırsanız, Freud´a rakip bir tezle geliyorum: Backward Oedipus Kompleksi. Kısaca BOK (tamamen kaderin cilvesi). Bu sendromdan muzdarip yetişkin görünümlü erkek bireyler ilgi duydukları partnerlerinin ilişki içinde annelik rolü üstlenmelerini arzuluyor (tabi bilinçdışı bir şekilde). Biz kadınlar da Fatma Girik gibi ben bunu besler büyütür, kocam ederim dediğimiz erkekleri bulup onlara annelik ediyoruz. Potansiyel gördü ya, illa işleyecek. Sanki Guy de Maupassant`i keşfeden Flaubert, sanki Levent Yüksel’i keşfeden Sezen Aksu haspam. Anası babası adam edememiş yahu, sana ne sa-na-ne!? Sonra insanda başkalarının çocuklarına annelik etmekten kendi çocuğuna annelik edecek enerji, istek kalmıyor. Bir de üzerine, ilişkide eşlerimizin annesine dönüşmekten şikayet ediyoruz. Sen anneysen karşıdakinin çocukluk etmesinden doğal ne var? Çocukların karşı cinsteki ebeveyne üstü örtülü bir arzu duyması falan geride kaldı, Freud Bey. Yeni fenomena bu. Tıp dünyasına hediyem olsun. Psikanaliz dünyasında da kartlar şimdi yeniden dağıtılsın, hadi bakayım.

Vasatlığın kaderimize dönüşmesine izin verip vermemek bizim elimizde, çünkü neye tamam diyorsak, onun da azına kanaat ettiriliyoruz. Bu çağın prenses erkekleri ve keyfekederlikleriyle baş etmek çok zor. Bulduğunuz eril enerjiye sıkı sıkı sarılın kız kardeşlerim, çünkü elmastan daha nadir, petrolden daha hızlı tükenen bir doğal kaynağa dönüştü. Uzmanların (ben ve diğer iki kız arkadaşımdan oluşan Whatsapp grubum) tahminlerine göre önümüzdeki 15 yıl içinde tamamen tükenecek. Olmuyor, standart düşürmekle de olmuyor dediğim gibi. “Tamam, yarın evlenmemize gerek yok ama en azından niyetini açıkça belli et diyorsun”, EYT ile emekliliğe hak kazanacak yaşa gelmiş, ama “şu anda kimseye bağlanmak istemiyorum.” diyor. “Senden her gün çiçek bekleyen yok, ama arada bir değer verdiğini göstermen hoş olur” diyorsun, “Sanki sen bu zamana kadar bana çicek aldın.” diyor (birebir yaşandı). “İkimiz de çalışıyoruz, evde yapılacak işleri bölüşmeliyiz” diyorsun, “Geçen yerdeki çorapları alıp sepete attım, kendi çıkardığım bulaşıkları da lavaboya koydum.” diyor. Her güne bir plan program yapmasını, her gün görüşmeyi beklemiyorsun, “En azından gün içinde birbirimizden haberdar olalım.” diyorsun, “Çok meşguldüm, sana yazamadım.” diyor. Neden bilmem ama en çok da buna tetikleniyorum. 21. yüzyılda, iletişim çağında yaşıyoruz. Analarımızın, babalarımızın bile Instagram hesapları var; Whatsapp`ten story atmayı, GIF yollamayı falan öğrenmişler fakat sen bana mesaj atacak zaman bulamıyorsun. Benim senin zamanında mesaj atmamanın sebeplerine dair yaptığım hüsn-ü zan dolu tam liste, boyut olarak Göktürk Kitabeleri ile yarışır. Yahu İnsanlık 101’dir bu. İlgilendiğin insana mesaj yazarsın, yazılan mesaja dönersin. Bu iletişim takriben 2 iş gününü bulmaz, bulmamalı. Senden bir haftadan önce cevap beklemeseydim zaten oturup sana mektup yazardım, dingil. Tamam flörtleşmeyi anamızdan babamızdan öğrenmedik de, ‘Sen bu yaşına kadar nasıl geldin?’ diye sormazlar mı insana? Giden zamana mı yanarsın, yine kalbinin kırıldığına mı, yoksa en kurumsal personana bürünüp karşıdakine profesyonelce yol verdiğine mi? Yine mi çiçeğiz, yine mi güzel, yine mi medeni. Şöyle suratının ortasına yine okkalı bir iki bi’ şey söyleyemedim be, ağız dolusu küfür edemedim! Sanırım bir kere olsun saç baş kavga etmek istiyorum ben; böyle yerde sürüklemeli, manşet olmalı, Instagram’a düşmeli. Salon kadını kimliğimden çıkmak istiyorum, fakat heyhat! Toplumsal, kültürel, ailesel, muhafazakar prangalar sıkı sıkıya tutuyor beni.

Sonra neden kadınlar “En güzel kendimi ben severim, kendimi hiç mi hiç ağlatmam hem de başkasının medcezir zamanı suları geri yükselen okyanuslar gibi yaşarttığı gözümün yaşını silerim, ‘Aferin’ der omzumu sıvazlarım, Miley Cyrus bacımın dediği gibi, ‘Ben kendime çiçek alabilirim, kuma adımı yazabilirim, kendi kendime konuşurum, kendi elimi kendim tutarım” diyor. Yaparım ben bunların hepsini, yaparız. Orada bir mesele yok… Ama aşk işte be… “Yaralarsın ama yaralarımı da sararsın. Hem öldürürsün, hem hayata bağlarsın” diyor ya FD. En sade, en gerçekçi aşk tanımlarından biri bu. Annesi dövdüğünde bile “Anne” diye ağlayan çocuklar gibiyiz. Kolumuz kanadımız kırılmış ama yaramızı sarıp kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hala aşktan umutluyuz, hala istemekten korka korka aşk istiyoruz hayatımızda. İstenmeyi istiyoruz, sabah olmasını dört gözle beklemek için bir sebep olmasını, hayata bağlayacak bir şeyler olmasını… Çok mu şey istiyoruz? Anne naifliği ile başlayıp ne ara “hay ananıza…”ya geldim ben de bilmiyorum. Seni de nasıl bir yazıya konuk oyuncu ettim… İnşallah bu yazımı okumazsın Anne.

Tüm kız kardeşlerimi Paris Paloma´nin “Labour” şarkısına eşlik ederek uğurluyorum. Beyler sizi de unutmadım. Feridun Düzağaç ‘Senin Şarkın’ dinleyin, belki biraz kendinize gelirsiniz.

All day, every day, therapist, mother, maid

Nymph, then virgin, nurse, then a servant

Just an appendage, live to attend him

So that he never lifts a finger

24/7 baby machine

So he can live out his picket-fence dreams

It's not an act of love if you make her

You make me do too much labour…

Ayşe Betül Kılıç

Berlin, 2025

* Byung Chul Han, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanati Üzerine Felsefi Bir Deneme: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme (2019)