Bir tatlı huzur-suzluk 2

DENEMEEDEBIYAT

Ayşe Betül Kılıç

5/12/20255 min read

Ben vallahi erkeklerin tekelinde tuttuğu gücün kaynağını çözdüm; meğerse eldeki çekiç ve matkap, yüksek dozda özgüven ve dahası testosteron etkisi yaratıyormuş. O da nasıl güzel bir kafa yapıyor… Bir anda, bir fikrim olmasına yetecek bilgiye bile sahip olmadığım alanlarda işin uzmanı birine mansplaining yapasım, aradıkları on ön şarttan sadece ikisine sahip olduğum işlere başvurup büyük bir özgüvenle işe alınmayı bekleyesim geldi; sonuçta benden iyisini mi bulacaklardı? Anlaşılmadıysa hemen belirteyim; ben bir süredir ev kuruyorum da. Kurmak derken lafın gelişi değil bu arada; insafa gelip bir tek evin duvarlarını bana ördürtmediler. Gelin sizi Almanya`da en az kalbim kadar boş olarak teslim edilen ev gerçeğiyle tanıştırayım. Ne olur aklınız yerden ısıtma, ebeveyn banyosu, ek bir çamaşır ya da misafir odası gibi lüks “ihtiyaçlara” gitmesin. Evim 1. Bir artı beklediniz, değil mi? Benimkinin maşallah eksisi var, artısı yok. Başka neyi yok derseniz, örneğin evye ve musluk dahil ol(ma)mak üzere bir mutfağı yok(tu). O yüzden ben de hobi olarak alışveriş merkezi değil, yapı market geziyorum. Çantanızda mutlaka bulunması gereken beş şey arasında artık ilk üçte not defteri-kalem, mini su terazisi ve şerit metreyi sayarım. Benim gibi el bebek, gül bebek büyütülmüş bir kızı, Aldi`de matkap ucu seti görünce heyecanlanır hale getiren bu hayat kime, neler yapmaz? Uğur Gürsoy`un Fırat`ı gibi “bişiy yaparım ben bunla ki!” diyerek geçen gün -Allah affetsin-, 6 metre muşamba ile 12li yaprak menteşe aldım; önüme çıkarsa koleksiyonuma deve boynu menteşe de katmayı düşünüyorum. N`olur bunları nereden bildiğimi sormayın. Ben en son far paleti koleksiyonu yapıyordum, konu ne ara buraya geldi, ben de anlamadım.

Fakaaat! İş başa düşüp de elime matkabı aldığım o an… Ağırlığının yarattığı hafif tekinsizlik, o katıksız mutlulukla karışık tedirginlik, kendi gücünden ve yapabileceklerinden korkma… Sauron`un yüzüğünün etkisine yenik düşmekten korkan Galadriel imgesi belirdi bir anda zihnimde. O anda adeta tamir ve tadilat işlerinin tanrısı bir kadir-i mutlaktım. Ve sonra işe koyuldum. Matkap-dübel-tornavida üçlüsünün doğru kullanımı sonucu ortaya çıkan yapıtın güzelliğini nasıl anlatayım? Doğuştan kör birine bir sanat eserini betimlemeye çalışmaya benziyor. Bu arada başyapıt, sanat eseri benzetmesi yaptığım nesne de tuvalet kağıdı askısı. Fakat o andan sonra dolap kurmak, duvara eşya sabitlemek için muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda mevcuttu ve bu işlerin evli erkekler lobisi tarafından özellikle komplike bir hale getirildiğine hafiften ikna olmuştum. Kısacası buradan tüm kız kardeşlerime sesleniyorum, çekiç ve orağa gerek yok, gelin kapitalist patriyarkayı matkapla yıkalım.

Hayatımın, 30`larında, modern, özgür, bekar ve kendi ayakları üzerinde duran döneminin 1.5 milyon yıl önce yaşamış atalarımınkine bu kadar benzeyeceğini hiç düşünmemiştim. Ben Stanley termosumdaki kahvemle sabah havalı havalı işe gideceğim (Berlin`de sabahın köründe U Bahn`da Tostçu Erol`un atomu gibi, günün hiçbir saatinde güler yüzlülüğünden! ödün vermeyen bir Alman ve metronun insan sıcağından sonuna kadar faydalanan bir evsizin arasında sıkışmış bir vaziyette kime neyin havasını atacaksam.), kariyerimde ilerleyeceğim, iş çıkışı arkadaşlarla buluşacağım, cuma iş çıkışı bir haftasonu kaçamağı yapmak için kendimi havalimanına atacağım derken, benim hayat: Barınma ve ısınma problemini çöz, paketli gıdadan yemek pişirmeye geç, kendini yırtıcılardan, yağmacılardan korumayı öğren, Aldi`deki son mikrodalga fırın kapağı için sinsice savaş... Bu arada geçen hafta ateşi buldum, ”İzindeyiz homo erectus atam”. Biraz “Sex and the City”yi biraz da “Eat Pray Love”ı suçluyorum doğrusu. Millet varoluşsal krizlerden aşkın kucağına koşsun, ben bir elde matkap, bir elde montaj ve kullanım kılavuzu… Bir elde cımbız, bir elde aynaya da razıydım fakat hayat bunu uygun gördü demek ki. Gerçi sonunda hayatımın cilalı taş devrine geçtim sayılır, yani bir gelişme var gibi. Hemen ortaokul/lise tarih dersi bilgilerimizi hatırlayalım; insanlık bu dönemde tarıma ve büyük/küçükbaş hayvancılığa geçmişti. 40 metrekarelik apartman dairesinde inek, koyun evcilleştirip beslemek zor olacağından balkonda bir saksıya nane, bir diğerine de fesleğen ektim. Hayvancılık modern şehir yaşamının insana bahşettiği alan bakımından tersine evrilmesi sebebiyle henüz yok, ama benim yeşillikler tarımdan sayılır bence.

Madem zaman tüneline girdik, taş çağıdır, maden çağıdır geziniyoruz, o zaman ben bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temeline değinmeden takvimi 21. yüzyıla getirmiyorum. Hazırsanız geliyor yeni başlık: Avcılık ve Toplayıcılık. Hemen sizin de zihninizde elinde mızrakla yabani hayvan avlayan bir erkek ve kolunda sepetiyle mantar, yemiş toplayan bir kadın belirdi, değil mi? Görüyorsunuz, zaten var olan kısıtlı sektör daha o zamandan üleştirilmiş ‘Bu erkeğin, bu da kadının.’ denilerek. Mesele avcılıksa onun da en alasını yapardık; fakat şanı daha büyük diye bize bırakmadılar. Yoksa biz bilmiyor muyduk kılıç dişli kaplan avlamayı? ‘Avcılık ve toplayıcılıktaki ve`den sonra gelecek cinsiyet miydik biz? Hayır dostum, hayır. Ne dedirtiyordu Oğuz Atay Olric´e?: "’En tehlikeli kelime nedir Olric?’ ‘Ama'dır efendim bana göre.’ ‘Neden Olric? ‘Önceden söylenen her cümleyi öldürür! Mesela, ‘seni seviyorum ama…’ gibi."* Ben de diyorum ki, “En aşağılayıcı kelime VE`dir”. Peşinden gelen, öncesinde söylenen cümlenin gölgesinden kurtulamaz. Spotlight hiçbir zaman onun olmaz, o hep birilerinin ilk seçmediğidir, ikincidir. Demem o ki, avcılık fazla parlatıldı; ve`nin arkasında kalan toplayıcılık yeterli değeri görmedi. Oysa kolay mı toplamak? Dağılanı toplamak, bir araya toplamak, hayat sürekli dağıtırken toplamak, kendin dağıtmaya izin yokken sürekli başkalarının ardını toplamak, her sabah aynı döngüye tekrar girecek enerjiyi toplamak… Oysa avcılık öyle mi? Haftada bir biraz bizon peşinde koş, sonra tüm hafta kasıla kasıla av anlat. “Bir gün arkadaşlarla ormana gittik… tekerlekten indik, etrafa dağıldık, elimde ucuna yontulmuş taş taktığım mızrağım, ağır ağır ilerliyorum… birden onu gördüm… Neyi? Bizon`u! Allah Allah! Böyle bir şey olamaz, boyu 10 metre…” Siz “Sallama Betül!” diye durun, ben o “Ooga booga”, “Unga Bunga”`nın tercümesinin az çok böyle bir şeye tekabül ettiğinden bayağı bir eminim. Avcı atalarının genlerini miras alan günümüz beylerinin bulaşık makinesini doldurup çalıştırdığı için tüm gün övgü beklemesinden pay biçin: “Hayatım Allah için bir bak, nasıl muntazam dizmişim, değil mi?”

Sevgili okuyucum, bana verilmiş toplumsal cinsiyet rolüne direnerek yazımın sonunu özenle toplayıp el ütüsü yapıp bir de arasına lavanta kesesi koyarak dolaba kaldırmıyorum; bu sefer de dağınık kalsın.

Ayşe Betül Kılıç

Berlin, 2025

*Oğuz Atay, Tutunamayanlar