Bir tatlı huzur-suzluk
DENEME
Ayşe Betül Kılıç
2/23/20255 min read


Yeni seneye eli alıştırmaya önce yanlış tarih atılan ajandalar, not defterleriyle başlanıyordu. 2024… 4’e bir çizik, 5. Fakat ben kendimi 2005’e, 2025’e olduğumdan çok daha yakın hissediyordum. Senenin son aylarında baş gösteren “Yahu bu yıl ne çabuk geçti, daha geçen girmemiş miydik yeni yıla?” klişesine el yükseltiyor; “Siz bu seneyi konuşadurun, ben gözümü açıp kapayıncaya kadar geçti son 20 sene.” diyordum.
Bir baktığımda televizyonlarda muhafazakâr demokratlık konuşuluyordu, bir de baktım muhafazakârlık, demokrasiyi de İslam’ı da bırakmış, önden önden koşturuyordu. “Bu mu şimdi aklına gelen ilk örnek?” diyorum kendi kendime. Yahu sen huzuru belki ucundan da olsa yakalarım diye üç senedir günlük haberleri bile takip etmiyorsun. Desene, Hâlâ sokakta oynayan çocuklardık, o dönemde İstanbul’da çocuk olanlar bilir; Tatilya diye bir yer vardı, Galata altında balık ekmek 5 TL idi, kahvaltı hazırlanırken verilen 1-2 lirayla fırından 2 ekmek, Halk Ekmek’ten 4-5 ekmek üstüne de anneden gizli çikolata, dondurma alınırdı.
Of, geldik mi yine hayat pahalılığına, oradan da ekonominin gidişatına… Huy çıkıyor, bizim günlük gündemden siyaset-din-ekonomi çıkmıyordu... Sporu da eklersek dörtlüyü tutturuyorduk.
Ben ne anlatıyordum? Diyordum ki, yeni yıla eli alıştırmak… Gerçi elin alışsa, ayağını nasıl alıştıracaksın? Hâlâ navigasyona adresi vermezsen eski evin sokağına dönüyor, kafa kendini otomatiğe alınca ayak eski evin durağında iniyordu. Her zamanki gibi eve yaklaşırken salonda ya da mutfakta ışıklar açık mı diye bakılıyor, zaten 1-2 dakikaya görüşecek olmana rağmen, olur da pencerede, balkonda görürüm de bakışlarımız erkenden kavuşur diye mideyi hafifçe kasan tatlı bir heyecan içi sarıyordu.
Kapının önünde çantada anahtar ararken, anahtarın şekli avcuna yabancı geliyor, ele değen anahtarın önünde durduğun kapıyı artık açmayacağını o an anlıyordun. Kapı duvar oluyordu, ama bir yandan da “Vallahi bana kalsa ben açılırım, beni biliyorsun.” diyordu hafiften mahcup. Eskide takılı kalan aklın cezasını yine ayaklar çekiyordu, marş marş, geriye uygun adım...
Elde hediyeyle kapıyı çalmayı gerektirecek derecede yabancı olan evin kapısını anahtarla açıyordum. Evin hiç çivi görmemiş, yaşanmışlığı olmayan duvarları yabancı, ama etrafa yığılmış kolilerden neresinden tutsan seni anılarla dolu bir yolculuğa çıkaracak olan eşyalar tanıdıktı. “Oh!” diyordum, “Kutu gibi de olsa kendime ait bir evim var, ne güzel! Yeni bir yıl, yeni bir ben! Her şeyi sırasıyla yoluna sokacağım. Göstereceğim o bensiz yapamaz diyenlere, ha hayt!”
Hani beyni kandırmak çok kolaydı? İçin kan ağlarken bile, gülerken harekete geçen yüz kaslarını çalıştırdığında, beyin bu sanırım yine mutlu olmaya bir sebep buldu ama herhalde daha haberi bana gelmedi deyip, basıyordu serotonini, dopamini. Ya benim beyin çok uyanıktı, ya da ben gerçeği idrakte Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” eserinin Like a Virgin Madonna’nın hayatını anlattığını sanan ablanın kulvarındaydım.
Kolilerin arasında bulduğum bir yere, misafir odasının kapısı misafir geldikçe açılan, koltuklarının üzeri örtü kaplı, ayağına numarası asla tutmayan, garip deri terlikler verilmiş, evine ilk kez gittiğin ve kolonyayla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan kalma şeker ikram eden teyzenin evinde yaşanabilecek bir iç sıkıntısı ile çökmüştüm…
Geçecek miydi? Ben neleri atlatmıştım, bunu mu atlatamayacaktım, mıydı? İleride bu anları hatırlayıp gülecek miydim? “Lan bi susar mısın?” diyorum kendi kendime.
Seyit Onbaşı’nın kız kardeşi olarak sürdürmen gerekecek bu hayatı sen seçtin. Tür olarak konfor alanını inşa etmek için o kadar uğraştıktan sonra ondan çıkmak için maddi manevi her türlü darbeyi yemeyi göze alan mazoşistler olup olmadığımızı sordum kendi kendime.
İnsan, eliyle inşa ettiği, kafada sıfır kaygı, yatakta uzanarak laptoptan iki sezon peş peşe dizi izledikten sonra yorganın altında, üzerinde bıraktığı mayışık bir sıcaklıktan hallice bir his veren alanı niye yıkıyordu? Kişisel gelişimcilerin yüzü gülmesindi.
Robin Sharma'dan Mark Manson'a, Barış Muslu'dan Beyhan Budak'a kadar herkese çok kızgındım. En çok da... Neyse. O an yapılacak toplum nezdindeki en doğru hareket bir sigara yakmak olur gibime gelmişti. Hatta kendin sarıyorsan daha da sinematografikti. Adeta, Abbas Kiyarüstemi'den Kirazın Tadı sahnesi; objektif sepya filtreli.
Kafamda iki şarkı gidip geliyordu; Selda Bağcan'ın 'Uğurlar Olsun' diyen naif sesini, Yıldız Ablanın 'Sen De Mutlu Olma Emi!' diyen hisli sesi bastırıyordu. Çakmağı bir şekilde bulurdum da sigaraya hiç başlamamış olmamdan mütevellit yanımda paket bulunmaması gibi bir sorunum vardı. Gereken yerlerde tak diye çıkarıp bir dal sigara yakamamakla, gecenin köründe kafam attığında ceketimi alıp çıkamamak dertlendiriyordu beni.
Yeni bir sene, yeni bir hayat diyordum. Diyordum ama aklım hâlâ eskisindeydi; çünkü hesaplaşmam henüz bitmemişti. Yenilen içilenle, gelen hesap birbirini tutmuyordu. Beni, bizi bu kadar çok üzen şeyin ne olduğunu sanırım sonunda bulmuştum. Bir yandan senin Sen, O’nunsa O olduğu halde bir daha asla aynı Biz olunamayacak olmasıydı bu kadar can yakan. İmkân varken imkânsızlıktı. 'Ayrılık Ölümden Beter' diyene bir zamanlar drama queen muamelesi yaparken, şu anda ne kastedildiğini maalesef iliklerimden bilinç altıma kadar hissediyordum. Gönül 'yok'u anlıyordu da 'varken yok'u anlamıyordu. 'Marquis de Sade görse, şu performansına alkış tutardı.' dediğim seviyede kendime ettiğim eziyetle izlediğim videolardaki, baktığım fotoğraflardaki insan onun eski bir versiyonu gibi düşün diyordum kendime. Yolunuzun hiç karşılaşmadığı paralel bir evrende o bildiğin adrese gidip kapısını çaldığın bir insan o anılara ne kadar yabancı ise O da artık o kadar yabancı diyordum. Aynı kişi gibi görünse de o, O değil. Gerçi sen, Sen misin? Hadi hesaplaşmaya buradan başla diyorum.
Orhan Gencebay’dan “Hatasız Kul Olmaz”ı açtım, oynat’a bastım, bekliyorum. Fakat konu kendini hırpalamaksa birinciliği asla başkasına kaptırmayan yanım, adamcağızın elinden zorla çekiştirip alıyor sazı. Dayak atan da dayak yiyen de ben olunca, maçın galibini belirlemek kolay olmuyor. Durumum 'Giden midir terk eden; yoksa kalan mı?' sorunsalından bile karışık. Neyse, sonunda öpüşüp barışıyoruz. Bir ara sanki kişisel gelişimi bayağı bir gömdüm ve de dövdüm ama kodlarına kendini öncelemek ve önemsemek bencillik; kendiyle ya da yaptığı bir işle gurur duymak şımarıklık diye işlenmiş bir nesil olarak sevmeye ve şefkat göstermeye kendimizden başlamayı öğrendik okuya okuya. 'İnsan saygı duyduğunu zamanla sevebiliyor da sevdiğine saygı duymazsa işler yürümüyor.' diyorum konudan bağımsız -değil. 'Neyse artık, bir dahaki sefere.' diyorum bu kez de Bomberman'de işler kötü gidince, bilerek ölüp bütün bölümlere baştan başlamayı göze alan, eksiğe yanlışa tahammülü olmayan kız çocuğu alışkanlığıyla. Ama hayatın bir sonraki seferi yok ki... E bir de tek canla otuzdört bölüm geçmişim; baştan başlamak öyle kolay mı? Bunun türlü türlü bölüm sonu canavarları var. Etrafıma son bir kez daha bakıyorum ve en yakınımdaki koliden anıları boşaltmaya başlıyorum…
Ayşe Betül Kılıç
Berlin, 2025